23 Haziran 2008 Pazartesi

From Escape To Victory To Remember The Titans Here's The Glory Road For The Crazy Turks

81 Yapımı bu filmi yaşım gereği ilk defa televizyonda izlemiştim. Her ne kadar Stallone reklamlarda ön plana çıkarılsada spor filmleri için klişe olarak adlandırılacak bir olay örgüsü içeriyordu. İkinci dünya savaşı sırasında esir düşmüş Müttefik kuvvetlerden karma olarak kurulacak bir takım Nazi reklamı için Almanya takımı karşısına çıkacaktı.

Bunde ne var işte bildiğin film diyebilirisiniz. Ezilen ve yabancıların klişe deyimi ile underdog olan taraf maçın başında hakeminde taraflı yönetimi ile iyice şamar oğlanına döner. Fakat kendilerini kanıtlama isteği o kadar baskınlaşırki devre arasında Hatch'in (Stallone) bütün ısrarlarına rağmen soyunma odasındaki havuzdan kaçmayı reddederler. İkinci yarıda sahaya çıkar Almanların fiyakasını bozarlar.

Bu filmi benim için ilginç yapan konuya gelirsek; filmdeki Müttefik takımında Bobby Moore, Paul Van Himst, Osvaldo Ardiles ve elbette herkesin tanıdığı efsane Pele vardı. Belki gerçek adları ile değillerdi ama gerçek yetenekleri ile hepsi sahadaydı. Kaptan Michael Caine ve Kaleci olarakta Sylvester Stallone bu kadroya eklenince bir hayli dream team havası yaratılıyordu.

Özellikle Pele'nin şovuna dönüşen dakikalar ve röveşata ile attığı golün defalarca tekrarlandığı anlar o zaman benim için çok ilginç ve unutulmazdı. İlk defa Bruce Lee ile Chuck Norris'in kapıştığı sahneyi izlediğim an gibi büyülenmiştim. Klişe konusuna rağmen anlattığı konuyu görselliğe dökebilecek enfes kadrosu ile çok özel bir filmdi bizim bildiğimiz adıyla Zafere Kaçış

Bir başka unutulmaz spor filmine yatay geçiş yapmam gerekirse; 20 sene ileriye götürmekle işe başlamalıyım. Bu sefer bize daha uzak bir spor dalına gidiyoruz; Amerikan Futbolu. Ama bu futbol bizim bildiğimizle alakasızda olsa tıpkı bizim futbolumuz gibi oda sadece futbol değildi.

Remember The Titans yada bilinen adıyla unutulmaz titanlar filmide sadece bir spor filmi olmakla kalmamış o dönem Amerikası'nın en ciddi sorunu olan ırklar arası anlaşmızlığada yoğunlaşmıştı. Beyazların hakimiyetindeki takımın başına siyahi bir koç ve kadroyada siyahi oyuncular eklenmesiyle olaylar başlıyordu.

Sonra önce kendisi ile kavga eden bu takım iki grubun liderlerinin kanka olmasıyla beraber rakipleri ve kendi çevreleri ile mücadele etmeye başlıyordu. Ailelerinin ve arkadaş çevrelerinin bile onları kabullenmemesi gibi sorunlarında yanında dikkat çekici performansları ile sistemin içindeki eski düzeni bozmak istemeyenlerin masa başı oyunları ilede uğraşmak zorunda kalıyorlardı. Fakat sonunda bilindik bir klişe olarak gözüksede takım öyle yada böyle bütün zorlukları yenebiliecek gücü buluyordu.

Takım olmanın öne çıakrtıldığı her kötülüğün bu şekilde yenilebileceğini vurgulayan (birazdan buna benzer bir başka örneğede değineceğim) filmde Denzel Washington'da muhteşem performansı ile ben gibi bir çok spor filmi sevenlerin gözdesi olan filmlerden olmuştu.

Yine ırkçılıkla alakalı Amerikada geçen ve gerçek olaylardan yola çıkılarak hazırlanan son filme (en azından son kurgulu ve senaryolu örnek olacak bu yazı için) geçerken sizi 2000 yılından 6 sene sonrasına davet ediyorum.

Bu sefer spor dalımız Basketbol olacak. Amerikan kolej basketbol liginde ilk defa siyahi oyunculardan kurulu ilk beşe sahip olan Texas Western takımının hiç kimse tarafından dikkate alınmayan bir takımdan, zirveye oynayan bir takıma dönüşmesini anlatan Glory Road filminden bahsetmek istiyorum.

Yine farklı ırktan oyuncuların anlaşması ile ilgili başta zorluklar olsada burada asıl takım içi ilişkiler bu oyuncuları bir araya getiren bir beyaz olan koç Haskins'in disiplinci anlayışı ilesiyahi oyuncuların disiplin dışı davranmaya yönelik yapısının çatışması ve sonunda bir dengeye oturması üzerinden gidiyordu.

Tabi bu sırada koç Haskins'e yapılan tehditler ve siyahi oyunculara yapılan saldırılarda filmin arka fonundaki zorlukları teşkil ediyordu. Özellikle saha dışı sorunları yer yer göstersede filmin önemli kısmı (en azından bana öyle geliyordu) parke üzerindeki mücadeleye odaklanıyordu.

Takım olmanın bir başka yönü olan bir bütün olarak disiplinli hareket etmeyi vurgulayan yapısı olan film son bir kaç yılın en güzl spor filmlerinden biriydi.

Şimdiki durağım ise çok daha yakın tarih. Hatta bu sefer film gibi olsada (henüz) film olmayan bir sportif hikayeden bahsetmek istiyorum. Bu hikaye uzak diyarlardan gelmiyor. O bakımdan kahramanlar yada gelişmeler size o kadar yabancı gelmeyecektir. Sanırım üç farklı ve beni etkileyen spor filminden sonra bu filmleri kıskandıracak bir dönemden geçen Milli Takımımıza değinme vaktim geldi.

Ama hikayeye başlamadan önce size turnuva öncesi takım hakkında hissetiklerimi anlatırsam olayları neden bu kadar sinematik bir bakış açısıyla gördüğümü anlarsınız. Her şeyden önce elemelerdeki genel performansı yada oyuncu kaltesini bir yana koyarsak Yunanistan'a karşı alının 4-1'lik enfes galibiyet haricinde Eleme grubundaki hiç bir maçta oynanan futboldan bir futbol sever olarak keyif alamadım. Hatta işte ülkemin takımı böyle oynamamalı dediğim çok fazla maça şahit oldum.

Tüm bunları alt alta koyunca turnuvaya katılan 16 takım içinde ancak Avsturya'dan (hoş Avusturya her ne kadar herkesin beklediğinden daha dirençli çıksada bu seviyenin iki gömlek altında bir takımdı.) Daha fazla kupaya uzanma şansımız olduğunu düşünüyordum.

Turnuva öncesi kadrodaki son kesikleri görüp Emre Aşık ve Tümer Metin gibi isimleride hala kadroda görünce açıkçası takımdan çok ciddi anlamda ümidi kesmiştim. Hele hele Portekiz maçındaki (Turnuva öncesi son hazırlık maçlarından hiç birine bakmadım. Zira bizim takımımız için hazırlık maçları hep angarya olmuştur. Daha doğrusu kadromuz ve teknik ekibimizin olaya yaklaşımı bende o maçları umursamadıklarını düşündürtmüştür) fiyaskodan sonra üç maçtada yenilip erkenden eve döneceğimiz konusunda neredeyse kesin karar varmıştım.

İsviçre maçında 1-0'lık skorla kapanan ilk yarının sonuna kadar inandığım buydu. Fakat işin filmlere layık olmasını sağlayan gelişmelerde sanırım olayın bu noktadan dönmesi ile alakalıdır. Her ne kadar yukarıda bahsetmediğim filmlerden olsada burda bahsetmeden geçemeyeceğim Rocky serisinde en klişe olan şey hep Rocky'nin direkten dönmesidir. Daha açık söylemem gerekirse hep 9'da kalkar yada rakibinden 14 raunda dayak yiyip 15. raundda onu indirirdi.

Milli takımımızda her ne kadar ikinci yarının başlarında 1-1'i yakalasada asıl büyük bombayı kapanışta patlatmıştı. Arda'nın şutunun rakibe çarpması ile beraber ters köşede kalan Benaglio'da tıpkı bizim gibi bu masalsı sona seyirci kalıyordu. İşte filmin müthiş finali karşımızdaydı. Fakat nereden bilecektik bunun daha serinin sadece ilk ayağının sonu olduğunu.

Gruptaki ve turnuvadaki kaderimizi belirleyecek son maça çıktığımızda her ne kadar bir önceki maçta yaptıklarımız beni etkilemiş olsada bu sefer istediklerimizi o kadar yapabileceğimiz konusunda şüpheliydim. 63. dakikada 2-0'lık skora bu şüphelerimiz üzerelerek gerçekleştiğinin kanıtlandığı anlardı. En azından unutulmaz bir maç oynayarak veda etmiş olduk diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Fakat filmlerde ancak en klişe sonlarda olacak şeyler son 15 dakikada gerçek hayatta olacaktı. 2-2 ile bile mutlu olacakken kaderimizin bize son bir hediyesi daha olacağını bilemezdik. Bu maçtan sonra aklıma ilk gelen şey yıldırımın aynı yere iki defa düşmesi gibi olağan üstü bir olayın tarafı ve şahidi olmanın ne kadar inanılmaz bir şey olduğuydu.

Artık olay bizim için unutulmaz olmaktan çıkmış. Bu turnuva tarihinde en unutulmaz performanslarda muhakkak adı geçecek bir seviyeye gelmişti. Bu bile bence en az kupayı kazanmak kadar değerlidir. İnsanların bundan 20 sene sonra bile Bu şampiyonada oynamış bir Türk Milli takımı vardı asla pes etmezlerdi demesi kolay elde edilebilecek bir şey değildi.

Bu olaylardan sonra ihtiyatlılığımın önemli bir kısmını kaybederek bende (ve muhtemelen benim gibi binlerce insan daha) bu takıma ve potansiyeline inanmaya başladı. Sırada serinin üçüncü filmi olduğunu bilmeden şimdiden klasiklere geçtik diye düşünüyordum.

Hırvatistan gerek turnuvaya geliş şekli olsun gerekse kadro yapısıyla olsun sevdiğim ve sempati duyduğum bir takımdı. O nedenle pek hoşlanmadığım bir eşleşmeydi. 119. dakikaya kadarda bana hoşlanmamam için daha sebepler vermeye çalıştılar. Şansımızdan veya tılsımımızdan dolayı yada benim daha çok sevdiğim şekliyle kaderin bize biçtiği rolünde etkisiyle gol yemeyecek gibi duruyorduk. Ama Hırvatların o golü geldiğinde çekirge üçüncü seferde kendi silahı ile vuruldu diye düşünmeden edemedim.

Ama hikayemiz devam edecekmiş bunu anlamak için 1 dakikaya daha ihtiyacımız vardı. Son dakka golüne sözn bittiği an golü ile karşılık verdiğimiz o anda sevindim ama oturduğum yerden bile kalkamadım. İnanamadım ama şaşırmadım. Üçüncü seferde hemde öyle bir darbe yedikten sonra geri dönüp son bir yumruk sallayabilmek (selam olsun sana Rocky Balboa) bu ancak filmlerde olurdu.

Şimdi önümüzde bunu dördüncü sefer yapma ihtimalimiz var. Fakat o an gelene kadar hikayemiz şu ana kadar hayatımda gördüğüm en güzel spor filmi senaryosunu solda sıfır bırakacak cinstendi.

Hiç yorum yok: